Popüler Sporlar
TÜM SPORLAR
Tümünü göster

Laurent Fignon’un Kaleminden '89 Fransa Turu: Kaybetmek Üzerine

Eurosport Türkiye

Yayınlandı 08/07/2022 - 18:51 GMT+3

“Ah, sizi hatırlıyorum, siz Fransa Turu’nu sekiz saniyeyle kaybeden adamsınız!” - Laurent Fignon, 1989 Fransa Bisiklet Turu'nun öyküsünü anlatıyor.

La détresse de Laurent Fignon sur les Champs-Elysées, le 23 juillet 1989.

Görsel kaynağı: Getty Images

Bu yazı Laurent Fignon’un, Fransızca’dan İngilizce’ye William Fotheringham tarafından çevrilen otobiyografisi ‘Genç ve Kaygısızdık'tan alınmış ve The Guardian’da yayımlanmıştır. Türkçeye Ege Sanlav tarafından çevrilmiştir.

Ah, sizi hatırlıyorum, siz Fransa Turu’nu sekiz saniyeyle kaybeden adamsınız!
“Hayırbayım, ben Tur’u iki kez kazandım, tanıyamadınız mı?”
Fransa Turu 20. yüzyılın bir simgesi, kendisi kadar uç karakterler yaratan bir mikrokozmos. Kazansanız da kaybetseniz de bundan kaçamıyorsunuz. 1983 ve 1984’ün kazananı olarak, ben zaferin tadına doyasıya varmıştım. Her yudumun ne leziz olduğunu biliyordum. Ve kaybedersen ödeyeceğin bedelin ne olduğunu da...
Benim için 1989 Turu’nda masada kazanılacak çok şey vardı. Bir ay önce Giro d’Italia'yı kazanmıştım. Yalnızca tekrardan olmak istediğim yarışçıya dönüşmekle kalmamış, sonunda 1984’te elimden kaçırdığım Giro-Tour dublesine ulaşma şansımı da görmüştüm. Ve kim olup nelere haiz olduğumu bilmem buna bağlı olmasa da Tur’u bir kez daha kazanmak, beni son derece ayrıcalıklıolan üç Fransa Turu kazananlar kulübüne sokacaktı.
Pedro Delgado, Laurent Fignon et Greg LeMond lors du Tour 1989.
Lüksemburg’daki Grand Départ’dan önce hepimiz Pireneler'de iyi bir hazırlık kampı geçirmiştik. Formumun harika olduğunu hissediyordum ve takımın kalanı da bunu görebiliyordu. Bacaklarıma kilometreleri yüklemek için sabırsızlıktan ölüyordum. Ve de güzelce örülmüş, rekabete hazır bir ekibim vardı: Gérard Rué, Vincent Barteau, Thierry Marie, Pascal Simon, Dominique Garde, Christophe Lavainne, Danimarkalı Bjarne Riis ve İsviçreli Heinz Imboden.
Prologla başladık ve 7.8 kilometreyi en kısa sürede geçen, Hollandalı Erik Breukink oldu. Ben tüm gücümle giderek etabı ikinci sırada, Amerikalı Greg LeMond’la aynı sürede tamamladım ki bu da önümüzdeki üç hafta için iki şeyi doğruluyordu. İlk olarak, formum mükemmeldi. İkinci olarak da yenmem gereken adam muhtemelen, 1987’de bir av partisinde vurularak ciddi şekilde yaralandığından beri çok az şey gösterebilen LeMond olacaktı.
Öncelikle, herkesin bildiği gibi, LeMond bir zamana karşıcı olarak rakipsizdi. Konu bir başına, yardım olmadan sürmek olduğunda benden çok daha iyiydi. Ayrıca, dirsekliklere sahip aerobarları olan çok özel bir bisiklet kullanıyordu. Böylece hem daha aerodinamik bir duruşu hem de dört destek noktası -pedallar, sele, barlar ve dirseklikler- oluyordu ki bu da tamamıyla devrim niteliğinde olmasının yanı sıra kurallara da katı bir biçimde aykırıydı.
O zamana dek hakemler yalnızca üçdayanak noktasına izin vermişlerdi. Hala akıl erdiremediğim sebeplerle, antrenörüm Guimard’la resmi bir şikayette bulunmadık ve boşvermişlik içerisindeki komisyonerler de durumu görmezlikten geldiler. Kurallar esnetiliyordu ve sonuçları, tahayyül sınırlarımın ötesinde olacaktı.
Şimdi LeMond benim birkaçsaniye önümde sarıyı sırtına geçirmişti ve en ufak riskten bile kesin olarak uzak duruyordu: tarzı buydu. Pau’den Cauterets’e giden ilk Pireneler etabı, beklendiği gibi geçti: önündeki tekerlere elinden geldiğince sıkı yapıştıve sadece seyredeceğini açıkça gösterdi. Daha önce de zaten söylediğim gibi, güçlü bir takımı olmasa da herhangi bir profildeki yarışı kontrol edebilecek fiziksel güce sahipti. Lakin hayır, mayosunu korumak isteyip istemediğine dair bile şüpheyedüşüyordunuz. Pedro Delgado’nun takımıReynolds, adamlarını kaçışa göndererek Delgado’ya zaman kazandırıp gençMiguel Indurain’i de etap zaferine yolladığında LeMond istifini hiç bozmadı. Fark açmamalarını sağlama görevi de bana düştü. O sadece yerinde oturup çabamdan istifade etti. Açıkçasıaşırı derecede sinir bozucuydu.
Bugüne dek bir kez olsun yanıma geldi mi bilmiyorum: bu bile tek başına çoğu şeyi anlatıyor. Beni yiyip bitiriyordu. Ve böylesine yıpranırken, içimde köpürenler bir şekilde dışarı çıkmalıydı. 10. etabın bitimine birkaç kilometre kala Steven Rooks ve Gert-Jan Theunisse beraber atak yaptılar. Tepki verip vermeyeceğini görmek için LeMond’a baktım. Kaçanları takip etmeye tenezzül dahi etmedim çünküfiziksel olarak bunu yapamazdım. Ama zirveye kadar LeMond’un arka tekerimde kalmasına izin vermek de beni çıldırtırdı. Son kilometrede, yapabileceğimi hissettiklerimin çok ötesinde çalışarak ondan kurtulmak için yapmam gerekeni yaptım. Kazandığım 12 saniye, 7 saniye farkla yeni sarı mayo olduğum anlamına geliyordu: savaşımız başlamıştı.
Vaziyet ne olursa olsun 1984’ten sonra ilk kez sarı mayoyu sırtıma geçirmek, uzun süredir beklediğim bir mutluluktu ve yarışıkontrol etme sorumluluğunu da resmen üstüme almış olmaktan memnundum, LeMond bunu reddetmişti. En azından artık soru işareti ortadan kalkmıştı. O akşam medya karşısında işleri hep yürütmeyi sevdiğim şekilde yürüttüm ve LeMond’un davranışlarının benim ne kadar canımı sıktığını açıkça söyledim. 1986’da Hinault’yla aralarında yaşananlardan şikayet ediyor ama kendi hatasını da kabul etmeli. O zaman insanlar ona teker sülüğü dedi ve bu yanlışda bir söz değildi.” Bu dediklerimi herhangi biri için söylüyor olabilirdim. Bir seyirci, yanından sürüp geçerken bana “Az laf, çok iş!” diye bağırdı. Ve şüphesiz haklıydı da. Ben de hep böyle düşünmüştüm.
Greg LeMond vs Laurent Fignon - Tour de France 1989
Tabii anlayış sahibi birkaçgözlemci LeMond'un söylediklerini, yani takımının zayıflığının onu rekabetçi sürmekten alıkoyduğunu bana belirttiler. Onlara göre olup biteni yönetebilmesine imkân yoktu. Buna daha detaylı bir yanıt vermem gerekti: “Takımıgerekli yetkinlikte olmayabilir ancak davranış şekli bir sarı mayo için kabul edilebilir değil. Marie-Blanque zirvesinde ikimiz de kendi başımızaydık, bize yardım edecek hiçbir takım arkadaşımız yoktu ve işi paylaşmayı kabul etti. Sonra ne oldu? Hiçbir şey. Aubisque’te biraz tempo verdi ama hepsi onunla kaldı. Bir kez bile önde sürmedi. Bugün de tüm işi bana yaptırdı. Rooks ve Theunisse, Superbagnères’in başlangıcında atak yaptıklarında -ve çok sert de bir atak değildi- karşılık vermedi. Ben de ona çıkıştım ve tekerinden kurtulacağıma söz verdim.”
Tüm bu söylediklerimin ertesi sabahında LeMond Luchon'daki startta yanıma geldi. İçindekileri dökme sırası ondaydı. “Böyle şeyler söylememelisin!” İmajını kirletmem hoşuna gitmemişti. LeMond hep halkın ve medyanın gözünde nasıl göründüğüne önem veren biri olmuştu. Onlarla hep epey iyi geçinmişti, taraftarlar ve gazetecilerle ilişkisinde olabildiğince arkadaş canlısıydı, sıkça onlarla flörtleşirdi. Ben bunu asla yapamadım. Bunun ne yararı var ki? Ne amacı var? Ben hep kendim olmayı tercih ettim. Sırfonların duymak istediğini söylemektense susarım daha iyi.
Yalnız bir sorun vardı. Bacaklarımın arasında oldukça keskin bir acı hissediyordum. O akşam bu çok belirgindi. Çok sıkıntılı bir yerim son derece hassaslaşmıştı: kalçamın hemen altında, tam olarak selenin mayoma sürttüğü yer. Sadece iki etap kalmıştı. Biri l’Isle d’Abeau’da biten, sprinterler için tasarlanmışbir etaptı ve 130 kilometre ile görece kısaydı. Sonra da Pazar günkü zamana karşı vardı. Endişelenmeyi gerektirecek pek bir şey değildi. Ve ben de endişelenmiyordum.
Fakat endişelenmeliydim. Son etaptan önceki akşam canım o kadar yandı ki idrar örneği veremedim. Sırf hareket etmek bile büyük çileydi. Oturmak dehşet doluydu. Doping kontrol ekibi, uç koşullarda, numuneyi tüm kafilenin Paris’e gitmek için bindiği hızlı trende alma nezaketinde bulundu.
Cyrille Guimard ve takım doktoru Armand Megret haricinde bu sırra çok az kişi ortaktı. Yolculuk sırasında, gittikçe artan kaygılarımı göstermedim. Trenden indiğimizdeyse ruh halimi gizlemeye çalışmak için hiçbir sebep yoktu.
Lyon Garı’na vardığımızda çevremiz sarıldı. Onlarca fotoğrafçı ve onlarca televizyon kamerası vardı: bunaltı vericiydi. Finişe bir gün kalmıştı ve 1985 Hinault’dan beri ilk kez bir Fransız, Tur şampiyonluğuna gidiyordu, bu da etrafının hayli kalabalık olması demekti.
Biz tam platformda zar zor yol almaya başlamışken biri her zamanki gibi kamerayıburnuma sokup agresif sorularla taarruza geçti. Durmaksızın olası bir skandalın peşinde koşan Kanal 5’tendi. Neden doping testine girmeyi reddettiniz?” kelimelerini duydum. Tahmin edebileceğiniz üzere, böyle aptalca bir soruyu yanıtlamak gibi bir niyetim yoktu. Test, yapılması gerektiği gibi yapılmıştı. Bu ithamdan hoşnut kalmamıştım fakat kalabalığa karşın platformda ilerlemeye devam ettim.
Kanal 5 muhabiri devam ediyordu. Fakat kitabımda daha fazla yeri hak etmiyor. Stresli ortamda sinirlerim gerilip harap olmuş halde, önümdeki bir kamera ekibine tükürdüm. Şanslıydım ki benden şikayetçi olmayacak bir İspanyol kanalının adamlarıydı. Sonrasında, istasyona varışımın haberlere yansıması için gerekli süre geçtiği gibi görüntüler tekrar tekrar oynatıldı. Halkla ilişkilerde daha başarılı yöntemler kullanıldığıda olmuştu.
Bir noktada bir itişme oldu ve Kanal 5’ten bir kameraman, benim yanımda olmuş bulunan Jerome Simon’un üstüne devrildi. Ne yaptığımı bile düşünmeden kameramanı ittim. Yılın sonunda bana onu yaraladığım gerekçesiyle dava açtı. Aslında istediği, avukatımla bir mutabakatta anlaşmaktı: ben reddettim. Mahkemede, genitallerine vurup bir kasık fıtığına sebep olduğumu iddia etti: davayı kaybetti.
O gece zar zor uyudum. Hareket etmesem de canım acıyordu. Yorgundum, endişeliydim; sonraki sabah en iyi halimde görünmüyordum. Fakat ısınırkenki halimle karşılaştırıldığında bu önemsizdi: bisiklete bindiğim gibi bir U çizerek döndüm. Pedalları bir türlü çeviremiyordum. İmkânsızdı. Yine de paniklemedim. Kendi kendime söylediklerimi daha dün gibi hatırlıyorum: “Bak, durum o kadar da kötü değil. Altıüstübir zamana karşı kaldı. Yalnızca gerekeni yapman gerek. Acı cehennemini yaşayacak ama sonra unutacaksın.”
Yaşanmak üzere olanlarınasıl unutabilirdim ki?
Her bisikletseverin hafızasında sonsuza dek yaşayacak bir şeyi ben nasıl unutabilirdim ki?
Laurent Fignon et Greg LeMond sur le podium du Tour de France 1989.
Tam olarak en hoş durumda olmasam da kendimi neşeli olmaya zorlamam gerekiyordu. Ama lehime olan bir şey de vardı: LeMond’la aramdaki 50 saniyelik fark. İçten içe, kaybedemeyeceğime ikna olmuştum. Hesaplamalarıma göre, Amerikalının benden bir dakikayı çalması için yaklaşık 50 kilometreye ihtiyacı olduğunu biliyordum, Versay – Champs Élysées arasındaki 24.5 kilometre yeterli olmamalıydı. Nasıl olacak da bunu yapacaktı ki? Uygulanabilir değildi.
Artık iş LeMond’la benim aramdaydı. Teçhizatlarımızı donanmış halde, start çevresindeki kapatılmış bölgede yavaş yavaş pedal çeviriyorduk. Benim sağlıksız halimden tamamen bihaberdi. Bana tek bir kez bakmadı. Belirsizlik, zirve yapmıştı.
Amerikalı, kendisine hayli avantaj sağlayan ve pek beğenilen triatlon aerobarlarını kullanmakla kesinlikle kuralları esnetiyordu. Ona kilometrede iki saniye vermemeliydim. Ancak Guimard bana canlı zaman raporlarınıvermeye başladığında tam olarak da bunu yapmaktaydım: kilometre başına iki saniye. Tüm gücümü verdim, dişlerimi sıktım ve içimi parçalayan acıyı unutup eforuma odaklanmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama bıçaklanıyormuşum gibiydi. Her yerimde hissediyordum, beynimde bile.
Herkes ömründe en azından bir kez fotoğrafları görmüştür. Finiş çizgisini geçip yere yığılıyorum. Tekrar nefes alabilmek için. Biraz hava, ne olur... Lütfen efendim, yalnızca biraz hava...
O anda, ne olup bittiğini bilmiyorum. “Noldu?” diye fısıldıyorum tekrar tekrar etrafımda toplanan insanlara. Cevap yok. Bir daha soruyorum. Cevap yine gelmiyor.
Kimse gözlerime bakıp bana gerçeği göstermeye cüret edemiyor.
Ben hariç herkes gerçeğin farkında: kaybettim. Sekiz saniyeyle. Cehennemde sekiz saniye. Amerikalı, benden 24.5 kilometrede 58 saniye çalmıştı. Kaosun ortasında nihayet biri bana susulanı söyleyerek beni bilmezliğimden çekip çıkardı: “Kaybettin Laurent.” Söylediğini kavrayamıyordum. İnanmıyordum. Daha doğrusu, inanmayıkaldıramıyordum. Bunun olabileceğine inanmamıştım.
Yenilebileceğimi hep hissetmiştim. Kaybetmek asla sorun değildi. Kaybetmeyi bilmeyen bir bisikletçi bir şampiyon da olamazdı. Bu gerçeğe alışkındım. Fakat böyle kaybetmek; son günde, böyle bir zaman farkıyla ve baş sebep olarak da kurallarca izin verilmeyen bir gidon nedeniyle... Hayır, bu tek bir adam için çok zordu. 29’uma geliyordum ve henüz ömürlük pişmanlıklar edinmenin vakti değildi. Daha önce çok az bu kadar iyi fiziksel durumda olmuştum ki özellikle de bu yüzden bu yenilgi bana bir haksızlıkmış gibi geliyordu. Nasıl da gerçek olabilmişti bu?
picture

La détresse de Laurent Fignon sur les Champs-Elysées, le 23 juillet 1989.

Görsel kaynağı: Getty Images

Tekrar ayağa kalkmam üç gün sürdü. Ama her ne kadar “ayağa kalkmam” yazıyorsam da bu sadece sözün gelişi.
Çünkü böyle bir olayın ardından tuttuğunuz yas asla tam dinmiyor; yapabildiğiniz, en fazla, zihninize olan etkisini kontrol altına almak oluyor.
Buna rağmen, hayatta daha önemli şeylerin olup bittiğinin gayet farkındaydım.Ve dönüp en üst seviyede yeniden büyük bir rol almayıöyle çok hayal ediyordum ki... En azından bunu başardım.
Yeniden aynaya baktım. İki cevap olduğunu biliyordum. Ya yas tutmaya devam edip sürmeyi bırakırya da acı ve haksızlığı geride bırakıp yola çıkardım... Sağlığım iyiydi. Şanslı bir adamdım, yaşamım eksiksizdi. Pekala, belki Tur’u bir kez daha kazanamamıştım, ne olmuş? Dünya dönüyordu. Neden kendime daha fazla acı çektireyim ki?
İşte o gün, telefonu elime alıp Alain Gallopin’i aradım. Durumla baş edip edemeyeceğim konusunda endişeliydi. “Hadi Alain” dedim ona, “işe koyulalım. Dünya Şampiyonası’na hazırlanmalıyım.”
Uygulamada 3M+ kullanıcı'a katılın
En son haberler, sonuçlar ve canlı spor yayınları ile güncel kalın
İndir
Benzer Konular
Bu yazıyı paylaş
Reklam
Reklam