Popüler Sporlar
TÜM SPORLAR
Tümünü göster

1986 Dünya Kupası’nda Maradona: Baş Melek

Eurosport Türkiye

Yayınlandı 27/11/2020 - 18:01 GMT+3

1986 Meksika Dünya Kupası’nda Maradona’nın Arjantin’i; tarihin en unutulmaz maçı, tarihin en efsanevi golü ve tarihin en iyi turnuva performansı kategorilerinde çok güçlü adaylar çıkardı...

Diego Armando Maradona à la Coupe du Monde 1986

Görsel kaynağı: Imago

Bu yazı, These Football Times'ta yayımlanmış ve Tifosi Blog ekibinden Ege Sanlav tarafından dilimize uyarlanmıştır.
Eğer bir çocuksanız, dört yıl size koca bir ömür gibi gelebiliyor. İspanya 82’nin ardından kendimi altyapıda futbol oynamaya başlayarak meşgul etmiştim. İki 14 yaş altı takımıyla, okul takımlarıyla ve bölgesel takımla antrenmanlara çıkıyor, kendi futbol kariyerime başlıyordum.
Oyun anlayışım değişmeye başlamıştı. Antrenörlerim dolayısıyla küçük ayrıntıların daha çok farkındaydım. Hala topukla atılan goller ve rövaşatalarda coşuyordum tabii ama artık zaman ve alan yaratmak üzere topu arkadaki ayakla almak gibi daha basit ayrıntıları da takdir edebiliyordum. Büyüyordum.
Son buluşmamızdan beri geçen dört yılda yaşadığı maceralarla Maradona, henüz 20’lerinin ortasındayken adını tarihin en iyileri arasına yazdırmıştı. 1982’de Brezilya karşısında gördüğü kırmızı kartın ardından en üstün başarılardan azının kabul görmediği bir Avrupa devinde kendini bulmakta zorlanmıştı. Geçirdiği karaciğer iltihabı, kırılan ayak bileği ve 1984 Copa del Rey finalinde -oyuncu ya da değil- sahadaki neredeyse herkesin dahil olduğu meydan kavgası; Arjantinlinin Barça ile olan ilişkisinin gelişiminin önüne geçip onu Katalonya’dan ayrılmaya iten faktörlerden bazılarıydı.
Kaçış rotası, yine dünya rekoru kırıp 1984 yazında 7.5 milyon avro karşılığında yaptığı transferle Napoli olmuştu. Serie A’ya; katenaçyo ile Gaetano Sciria’nın memleketi ve 82 İspanya’da kendisine çok zor anlar yaşatan Claudio Gentile’in evine gidiyordu. İtalya’nın güneyinde, Napolililer Maradona’ya tapıyordu. Sevildiğini ve takdir edildiğini hisseden El Diego, yeteneklerini biledi ve öfkesini yönetmeyi öğrendi. Maradona büyüyordu.
Meksika 86, normalde Kolombiya 86 olacaktı. Ancak harlanan iç savaş ve uyuşturucu baronlukları dolayısıyla bazı bölgelerdeki yoğun şiddet, FIFA’nın organizasyonu başka bir ülkeye vermesine sebep oldu. Neticede bu ülke, Meksika oldu.
Eylül 1985’te Mexico City, 8 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Kayıtlara 5000 kişinin öldüğü geçirildi, tahmin edilen sayı ise yaklaşık 10,000 idi. Binalar yıkılmıştı, ulaşım altyapısı neredeyse tamamen kullanılamaz hale gelmişti ve toplam hasarı onarmak için yaklaşık 4 milyar dolara ihtiyaç olduğu öngörülüyordu. Turnuva yaklaşırken arka plan bu şekildeydi. Ve eğer bir Dünya Kupası’nın bir kurtarıcıya ihtiyacı varsa o Dünya Kupası, bu Dünya Kupası’ydı.
İspanya’da küçük düşürücü şekilde elenmelerinin ardından Arjantin’in başında, 1974 yılından beri ilk defa yeni bir teknik direktör vardı: Carlos Bilardo. Maradona’nın ‘El Narigon’ (Koca Burun) dediği Bilardo 1983’te, Maradona karaciğer iltihabından iyileşirken, onu İspanya’da ziyaret edip takımının kaptanı olmasını istemişti. 1983’te Maradona henüz 22 yaşında olsa da Cesar Luis Menotti’nin yerini alan Bilardo’nun niyeti, sistemi yıldızın etrafında kurmaktı.
Turnuva öncesi Arjantin kadrosu, dağınık haldeydi. Elemeleri ucu ucuna geçmişlerdi ve hazırlık maçları da iyi geçecek bir turnuvaya alamet değildi. Son olarak da Dünya Kupası zaferinde takıma kaptanlık yapan Daniel Passarella, turnuvanın ilk maçından hemen önce takımdan ayrılma kararı almıştı. Kaptanlığın ondan alınıp Maradona’ya verilişi, savunmacının zoruna gitmişti.
Neticede kötü bir formu, genç bir kaptanı, muamma bir ilk 11’i olan ve ortalama bir takım olarak görülen Arjantin; Güney Kore’yle oynayacağı grubun ilk maçı için sahaya çıktı. Öncelikle, maç Arjantin’in 82’de oynadıklarının bir kopyası gibi gözüküyordu. Güney Koreliler, denenip onaylanmış Maradona’yı tekmeleme taktiğini kullanıyorlardı; Maradona topu almadan önce, top ayağındayken ya da topu ayağından çıkardıktan sonra...
Ama bu sefer işlerin farklı olacağını hissediyordunuz. 25 yaşındaki Maradona artık tepki vermiyordu. Bu iş kesinlikle onu sıkıyordu ama her seferinde yerden kalkıp oynamaya devam etmek üzere sapasağlam bir inanç, azim ve kararlılığa sahipti. Tepki vermeyi reddetmesi ve iyiden iyiye maçta daha da etkili olması, Asyalıların milli sporları tekvandoyu (bir Olimpik spor oluşuna hala yıllar vardı) erkenden dünyaya tanıtmasına yol açtı. Hamleler, gittikçe 1.67’lik Maradona’nın daha üst bölgelerine geliyordu.
Maç 3-1 bitti. Üç golün asisti de Maradona’dan gelmişti. Turnuvanın küçük balıklarından biriyle karşılaşmış olsalar da Maradona’nın performansı olağanüstüydü. Şampiyonluk favorilerim Brezilya, önceki gün daha az etkileyici bir performansla İspanya’yı 1-0 yenmişti. Zico turnuva öncesinde sakatlanmıştı ve benim de bir ay boyunca kalbim başvurulara açıktı. İlk sonuçlara göre Maradona ciddi bir adaydı. Kimse onunla rekabet edebilecek miydi?
İkinci maç, 82’de Gentile aracılığıyla Maradona’yı etkisiz bırakmayı bilen İtalya’ya karşıydı. İşte bu maç, gerçek bir testti. “Maradona gerçekten de insanların inandığı gibi birinci sınıf bir futbolcuya dönüşebildi mi?” sorusu yanıt bulacaktı.
Diego Armando Maradona - 1986
Gentile artık kadroda olmasa Scirea hala vardı ve ona Pietro Vierchowod eşlik ediyordu. Asıl değişen, her hafta sonu Serie A’da oynayan ve artık İtalyan savunmasına karşı ne yapması gerektiğini çok daha iyi bilen Maradona’ydı.
Sahada her bakımdan gelişmiş bir Maradona vardı. Penaltı sonucu erkenden geri düşseler de Maradona, takım arkadaşlarına öncülük ederek Arjantin’i oyunda tuttu. O kadar hızlı ve zekiydi ki İtalyanlar yanına yaklaşamıyordu. Bir merkeze gelip bir kanatlara açılarak savunmacıları ikilemde bırakıyordu.
36. dakikada Jorge Valdano’nun İtalyan savunmasının üzerinden attığı fevkalade pasa son sürat koşup yetişen Maradona, uzak direğe vurduğu içgüdüsel bir voleyle maça dengeyi getirdi. Üstün tekniği ve yeteneklerini ortaya koyan bir goldü. O hızda, o yükseklikteki bir topa, o vuruşu yapmak; birçok oyuncu için imkansızdı. Saha kenarındaki panoların üzerinden atlayıp tribünlere koştu ki aslında bu atlayış da onun boyutlarındaki bir oyuncu için sıra dışıydı.
Maç 1-1 bitti. Maradona’nın o vuruşu ile 82’den kalan olumsuz hava dağılmış, dünya Arjantin takımı ve ilham verici 10 numaralarının farkına varmıştı. Ben de 86 yazında gönlümün sahibinin Maradona olacağını anlamıştım.
Grubun son maçında da Bulgaristan’ı rahatlıkla 2-0 geçtiler. Maradona bu kez de soldan kestiği ortayla Jorge Burruchaga’ya gol atmaktan başka seçenek bırakmamıştı. Arjantin, grubu birinci bitirip ikinci turda Uruguay ile eşleşti. Hazırlık sürecindeki belirsizlik ve huzursuzluk ortadan kalkmıştı. Arjantin kenetlenmişti.
Arjantin-Uruguay maçları, köklü tarihi ile Güney Amerika’nın İngiltere-İskoçya’sı gibidir. İki ülke Rio de la Plata nehriyle birbirinden ayrılır ve tarihin ilk Dünya Kupası Finali’nde de iki ülke karşılaşmış, Uruguay 4-2 kazanmıştır. O maçtan beri, futbol aracılığıyla iki ülke arasında bir üstünlük mücadelesi süregelmektedir.
Bu maç da tipik şekilde gergin ve sert bir karşılaşmaydı. Maçın ismi, aslının önüne geçmişti. Sahada futbola dair izlediğimiz herhangi bir kesit, kısa sürede bir faul ya da başka şeyle sona eriyordu. Arjantin, ilk yarının sonunda 1-0 öne geçti.
Dakikalar ilerledikçe Maradona daha etkili oluyordu. Topu alırkenki duruş ve dengesi, sonra da bir iki dokunuşla kendisini tutan adamı geride bırakışı nefes kesiciydi. Daha önce hiç maçlarda bu kadar uzun süre boyunca fark yaratabilen bir oyuncu görmemiştim. Brezilya’nın 1982’deki takımının göz alıcılığı, takımın bütününden geliyordu. Ama burada, bir adam sahadaki herkesten o kadar üstündü ki durum adil değil gibi gözüküyordu.
Kulüp bazında bir takımı desteklemiyordum. Uluslararası arenada ise birinci sınıf oyunculara sahip olmadığımızı bilsem de İngiltere kazansın istiyordum. Üç Aslan’ın yaptığı kötü başlangıç, birden canlanan Gary Lineker’ın iki başta beş gol atmasıyla yerini ihtiyatlı bir iyimserliğe bıraktı. Çeyrek finalde, yeni kahramanım Maradona ve arkadaşlarıyla eşleştik.
Maç, yerel saatle gün ortasındaydı. Parlayan güneş, Avrupa seyircisine hitap eden nitelikteydi. 22 Haziran 1986, futbol tarihinin en unutulmaz günlerinden biri olacaktı.
İngiliz Milli Marşı okunurken kamera Maradona’ya odaklandı. Kara gözleri, İngiltere takımını küçümseyici bakışlarla süzüyordu. Yüzü, dört yıl önce Falkland Savaşı’nı kaybeden milletinin duygularını ifade ediyordu. Bobby Robson’ın adamları marşlarını söylüyorlardı, Diego’nun yüreği ise intikam ve yaşanmışlıklar ile yanıp tutuşuyordu.
İlk yarıda iki takım da dikkatli bir oyun oynamıştı ve Arjantin daha üstündü. İngiltere, kendi oyununu oynamaktan ziyade Arjantin’i durdurmaya odaklanmış durumdaydı. İlk yarının golsüz bitmesi, İngiltere’yi tatmin etmişti.
Sonra, 51. dakikada, o an yaşandı. Maradona’nın yaptığı verkaçta Steven Hodge, topu kalecisi Peter Shilton’a doğru havalandırdı. Maradona koşusuna devam edip topa kafa vurmak için zıpladı. Gol. Dürüst olmam gerekirse, en başta el olduğunu görmemiştim. Ama tekrarı izlediğim anda yaklaşan fırtınayı sezinledim.
Yüzüm buruştu, yutkunamadım ve buna ben bile inanamasam da ağlamaya başladım. Eğer gerçekten çok inanarak itiraz edersek hakemin kararını değiştirebileceği gibi saçma bir düşünceye kapılıp sahadaki İngiliz oyuncularla beraber ben de sol elimi gösteriyordum.
Bunu bana nasıl yapabilirdi? En iyisi olduğunu düşündüğüm oyuncunun desteklediğim takıma bunu yaptığını görmeyi kaldıramamıştım. Üzerinden 31 yıl geçmişken, şimdi benim hislerimin sahadaki oyuncuların yanında ne kadar önemsiz olduğunu anlayabiliyorum.
Dört dakika sonra, bir başka efsanevi an yaşandı. 10.8 saniye, 44 adım, 12 dokunuş.
Hayatımda ilk defa doğaçlama olarak ayağa kalkıp alkışlamaya başlamıştım. Dâhineydi. Gördüklerime inanamıyordum. Dört dakika içinde başka bir kıtadaki bir adama dair o kadar farklı duygular hissetmiştim ki...
Anılarım gerçekten anların yeniden yaşanması değil de yalnızca zamandan enstantaneler olduğunu söylerler. Ama o iki goldeki hareketlerimi ve hislerimi o kadar net hatırlıyorum ki... Hele o ikinci golü gün boyu övebilirim. Bütün dokunuşlarımı, adımlarımı konuşabilirim. O gol, mükemmeliyetin vücut bulmuş haliydi.
Arjantin, maçı 2-1 kazandı. İlerleyen günlerde İngiliz gazetelerinde nefret dolu yazılar yazılıyor, sokaklardaki çocuklar ise Maradona ismini haykırarak elleriyle gol atmaya çalışıyordu. Peki ya ikinci gol? Neden kimse golü hazırlayan muhteşem hareketleri konuşmuyordu? İnsanlar belki de sonsuza dek yapacakları gibi sonuca, oyunun güzelliği ve oyuncuların performanslarından daha çok değer veriyordu.
Şimdi Arjantin durdurulamaz durumdaydı. Belçika’ya karşı oynadıkları yarı final, kaderlerinde yazılı olan Dünya Kupası şampiyonluğunun yolunda onları pek zorlamayan bir basamaktı. Maradona’nın iki golüyle 2-0'lık rahat bir galibiyet almışlardı. Attığı koşu sonrası uzak köşeye tek vuruşla attığı ilk gol İtalya karşısında attığına, dört rakibi geçip attığı ikinci gol ise İngiltere’ye attığına benziyordu. Aslında Belçika karşısında da harikulade bir performans göstermişti ama turnuva boyunca yaptıkları ve İngiltere maçında çıtayı çıkardığı nokta sebebiyle bugün o maç pek sık anılmıyor.
Finalde rakip, gayet güçlü bir ekip olan Batı Almanya idi. Turnuva boyunca benim çok da ilgimi çekmemişlerdi; ilham vericiden ziyade etkili bir takımlardı. Gelecekte Maradona’nın karşı karşıya geldiği en iyi oyuncu olarak tanımlayacağı Lothar Matthaus, adeta dünyanın Maradona’yı durdurmak için atabileceği son zardı.
Muhtemelen de Maradona’yı durdurma konusunda o turnuvadaki en iyi işi çıkarttı. Ama artık takımın geri kalanı da müthiş bir özgüvenle dolmuştu. Maradona’ya yaptıkları için teşekkür etmek istiyormuş gibi gözüküyorlardı.
Arjantin, 23. dakikada defans oyuncusu Jose Brown’ın kafa golüyle ilk yarıyı önde kapadı. 55. dakikada da Jorge Valdano topu kalecinin yanından yuvarlayıp ağlarla buluşturduğunda şampiyonu öğrenmişiz gibi duruyordu. Fakat Almanlar, dillere destan ‘Alman disiplini’ lafının altının boş olmadığını herkese gösterdi. 74 ve 81. dakikada gelen iki gol, Bilardo’nun öğrencilerine kendilerini sorgulattı. Nasıl olmuş da bir aydır her maçı domine ederek bu denli yaklaştıkları kupayı kaldırmaya dokuz dakika kala bu duruma düşmüşlerdi?
Hikâyenin son sayfası ancak şampiyonluğu getiren golü Maradona atsa daha şaşaalı yazılabilirdi. Lakin Maradona, Alman orta sahası defansını saf dışı bırakan bir tek dokunuşla asisti yapmıştı. Jorge Burruchaga topu soğukkanlılıkla sürdü ve kaleci Schumacher’le karşı karşıya kaldı 3-2.
Şampiyonluk adayları arasında sayılmayan Arjantin, dünya şampiyonuydu. Daha önce hiç tek bir oyuncu bir turnuvanın kaderini böylesine belirlememişti. Daha önce hiç tek bir oyuncu bir takımda bu kadar fark yaratmamıştı.
Daha önce Dünya Kupalarına damga vuran oyuncular olmuştu -akla ilk Pele ve Cruyff geliyor- ama hep sağlam bir takımın parçasıydılar. Tarihte bir daha bu seviyede bir performans izleyeceğimizden şüpheliyim.
Maradona, Meksika’ya geldiğinde dünyanın en iyisi veya en büyüğü olmanın eşiğinde bir oyuncuydu. Ve, bence, Meksika’dan tarihin en büyüğü olarak dönüyordu. Böyle bir performansla nasıl rekabet edilebilirdi?
Sonraki Dünya Kupası’nda İtalya’da olacak ama sakatlıklar sebebiyle 86’daki performansını tekrarlayamayacaktı. Fakat ‘Napoli’nin Oğlu’, İtalya’da çok tartışmaya neden olacaktı. Maradona geri dönecekti, bu sefer ‘ağlayan melek’ olarak...
Fikir sahibi olmanız için:
Maradona 3-1 Güney Kore (3 asist)
Maradona 1-1 İtalya (1 gol)
Maradona 2-0 Bulgaristan (1 asist)
Maradona 1-0 Uruguay*
Maradona 2-1 İngiltere (2 gol)
Maradona 2-0 Belçika (2 gol)
Maradona 3-2 Batı Almanya (1 asist)
*Maradona bir serbest vuruşta direği vurmuş, bir golü de yanlış kararla iptal edilmişti.
Çeviren: Ege Sanlav
Uygulamada 3M+ kullanıcı'a katılın
En son haberler, sonuçlar ve canlı spor yayınları ile güncel kalın
İndir
Benzer Konular
Bu yazıyı paylaş
Reklam
Reklam