Popüler Sporlar
TÜM SPORLAR
Tümünü göster

1990 Dünya Kupası’nda Maradona: Ağlayan Melek

Eurosport Türkiye

Yayınlandı 28/11/2020 - 17:29 GMT+3

İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası vasatın altında bir turnuva olmuş ve Maradona olağanüstü bir performans gösterememişti. Ancak mikrofon başında, kale çizgisinde, evi San Paolo’nun penaltı noktasında ve Roma Olimpiyat Stadyumu’nun çimlerinde yine unutulmaz anların başrolünde olacaktı.

Diego Maradona from Argentina in action against USSR during the 1990 FIFA World Cup.

Görsel kaynağı: Getty Images

Bu yazı These Football Times'ta yayımlanmış ve Tifosi Blog ekibinde yer alan Emre Köseoğlu tarafından dilimize uyarlanmıştır.
Bu hikâye İtalya’ya, 1990 Dünya Kupası’na geçmeden önce uğramamız gereken bir durak var. Kötü şöhretli bir Arjantinli ve yıldız çarpmasına uğramış bir Yorkshire genci arasındaki bağlantı, ancak o gün üzerinden anlatılabilir.
Dünyanın en iyi oyuncusuyla Hornsea Town’ın 14 yaş altı takımında oynayan iki kişinin aynı sahayı paylaştığı kısa bir an vardı. Football League’in 100. yılını kutlamak adına yapılan gösteri maçında Football League Karması ile Dünya Karması karşılaşıyordu ve uluslararası takımın kaptanı, 13 ay önce 1986 Dünya Kupası sırasında gerek dripling yeteneği gerek kurnazlığıyla elediği takımın mabedinde olan Diego Maradona’ydı.
Gezi bir baba-oğul aktivitesi sayılabilirdi, yedi baba ve yedi oğul maç için Londra’ya gelmişlerdi. Maç öncesi, babalar onur konuğu olarak teşrif eden Pele’yi gördüklerinden bahsederken biri hariç diğer çocuklar da Bryan Robson ve Norman Whiteside’ı görmekle övünüyorlardı. Fakat sakin ve kendinden emin o çocuğun aklında sadece Maradona’yı canlı izleyebilecek olmak vardı. Sonunda yayıncıların ve kameramanların izlettiği görüntülerle sınırlı kalmayacak, onu sahanın her bir köşesinde takip edebilecektim.
Birinci ve ikinci bölümlerde belirttiğim üzere ben, futbol mezhebinin inançlı ve imanlı bir üyesiydim. Maradona’ya karşı kusmam gereken bir nefretim veya onu affetmemi gerektirecek bir vukuatımız yoktu. Küçük sayılabilecek bir yaşta milliyetçilik tutkusuna karşı gelmiş, Meksika’daki çeyrek final maçından sonra sinirden bağırıp çağırmamıştım. 10 numaralı oyuncunun 1986 yazında keyif verdiği sayısız an ve nefes kesici muhteşemliği, bugüne kadar taşıdığım hatıralarım arasında yer edinmişti.
Wembley büyük bir hayal kırıklığıydı, ruhsuz ve pis olmasının yanı sıra sahayı da iyi göremiyordunuz. Arjantinlinin adı anons edildiğinde yükselen yuhalamalar sağır ediciydi. Emin olmam tabii ki mümkün değil ama tahmin ediyorum ki benim alkışlarım ve sessiz teşekkürümün stadyumda başka bir örneği yoktu. Top ne zaman Diego’ya gelse, geçmişte yaşananların etkisinden kurtulamayan tribünlerden yuhalama sesleri yükseliyordu. Öte yandan benim için canlı bir futbol dersiydi o anlar. Maradona’yı zirve seviyesinde oynarken izleyebildiğim için her zaman minnettar olacağım.
Meksika 86 ve İtalya 90 arası yıllarda Maradona İtalya’yı fethetmeye devam etti. Juventus, Milan ve Inter gibi takımların egemenliğini yıktıkları, Napoli takımının kuzeye karşı koyduğu o yıllarda El Diego Partonopei’yi iki scudetto’ya, iki ikinciliğe, birer de İtalya ve UEFA Kupası galibiyetine taşımıştı. 1986-90 arası Arjantinlinin dünyanın en iyi oyuncusu olduğuna şüphe yoktu.
Ben de bir kez daha okul değiştirdim ve bir kez daha Maradona sevgimi arkadaşlarıma açıklamak zorunda kalacağımı biliyordum. Aynı dönemlerde futbol açısından da kendi çapımda başarılı yıllar geçirdiğimi söyleyebilirim. East Riding Ligi’ni, Dixon Kupası’nı ve East Riding Okullar Kupası’nı kazanmış, Humberside 15 yaş altı takımına seçilmiştim. Kariyerimin zirvesindeydim.
Dünya Kupası’nın Avrupa’ya dönmesiyle maç saatleri, sınava hazırlanan bir genç için ideal saatlere gelmişti. Benim de yaşım önceki kupalara göre arttığından artık haftalar önceden ailemle yatma saatlerimi tartışmama gerek yoktu. Takımdakiler ve okul arkadaşlarım da o ay boyunca gerekirse edebiyat derslerine katılmamak pahasına yuvarlak masayı oluşturacak, futbol tartışacaktı.
1990 Dünya Kupası, her maçtan önce Fair Play bayrağının sallandığı ilk turnuvaydı. Sonunda, becerikli oyuncular korunurken suçlular cezalandırılacaktı. Turnuva başlamadan, bu ayın bir hücum futbolu festivali olarak geçeceğine dair en ufak bir şüphe yoktu. Elbette Maradona, Roberto Baggio ve Ruud Gullit gibileri hünerlerini gösterebilecekti.
Maradona her hafta kulübü için oynadığı stadyumlarda bu kez ülkesi için oynayacaktı. Tabii Maradona Napoli’yi evi bilse de hegemonyalarını bozduğu kuzeyliler tarafından pek sevildiği söylenemezdi.
Turnuva öncesi Arjantin yine vasattan öte bir aday konumunda değildi. Güney Amerikalılar La Albicelestes’e hiç şans tanımıyordu, Maradona’ya rağmen. Daha da kötüsü turnuva öncesi sakatlıklar Arjantin kampını bir virüs gibi vurmuştu.
Diego Maradona
Jorge Valdano yoktu, Tata Brown turnuvanın başlamasına günler kala kadrodan çıkarılmak zorunda kalınmıştı, karın ağrıları Oscar Ruggeri’nin peşini bırakmıyordu, Ricardo Giusti ayakta durmakta zorlanıyordu, Jorge Burruchaga ve Julie Olarticoechea’nın da hazırlık dönemi boyunca fiziksel durumu yakından takip edilmişti. Maradona’nın ise ayak parmağında bir sakatlık vardı ve turnuvanın henüz başında ayak bileğinden kötü bir sakatlık geçirecekti.
Neredeyse tamamı sakatlardan oluşan bu takım, iki Milano devinin maçlarını oynadığı San Siro’da Kamerun’a karşı İtalya 90’ın açılışını gerçekleştirecekti.
Bu maçtan aklımda kalan üç özel hatıra var. İlki aslında maç henüz başlamadan gerçekleşti. Kamerun flamasını yedek kulübesine bırakması gereken Maradona, kulübeye doğru yürürken yerde duran topu ilk önce iki ayağını birden kullanarak kaldırdı, ardından da omzunda sektirerek kulübeye kadar yürüdü. İkincisi, kanattan hızla depar atan Claudio Caniggia’nın iki Kamerunlu’dan çok şık sıyrılmasının ardından üçüncüsü tarafından acımasızca indirilmesiydi. Üçüncüsü ise maçın tek golü, yani François Omam-Biyik’in kaleci Nery Pumpido’nun hatasıyla ağları bulduğu zayıf kafa vuruşuydu.
Sonuç olarak Arjantin vasat bir görüntü çizmiş, son şampiyonu oldukları turnuvaya kötü başlamıştı. Maç sonrası basın konferansında Maradona, kendisini hoş karşılamayan kuzeyliler hakkında ilk kışkırtıcı demecini vermişti: “Bu öğleden sonra hoşuma giden tek şey Milanoluların ırkçılığı sonunda bırakmalarıydı. Sayemde ilk kez Afrikalıları desteklediler.”
Daha tek maç oynanmasına rağmen Arjantin’in öznesi olduğu tartışmalar yapılmaya başlanmıştı. 17 yaşındaki ben, deneyimli bir futbol gözlemcisi olduğumu düşünüyordum ve hem Arjantin’i hem de kısır geçecek turnuvayı savunmak için gerekçelerim vardı. Hakemin kötü kararları, şansa atılmış bir gol, Maradona’nın gizli ama reddedilemez mükemmelliği...
Carlos Bilardo’nun öğrencileri için sıradaki rakip Sovyetler Birliği’ydi. İki takım da açılış maçını kaybettiğinden bir başka mağlubiyet eve dönüş biletlerinin alınması anlamına geliyordu. Bu kez Maradona evinde, San Paolo’da sahaya çıkacaktı. Fakat şanssızlığın Arjantin’i bulması sadece 10 dakika aldı. Kaleci Nery Pumpido, takım arkadaşı Julio Olarticoechea’yla çarpışmış ve bacağını kırmıştı.
Arjantin’in şanssızlığına, bir kez daha, yetişen Tanrı oldu. Maçın golsüz beraberlikle devam ettiği dakikalarda Sovyetler, korner organizasyonundan golü neredeyse bulacaklardı ama Maradona’nın hızlı refleksleri ve sağ kolu çizgiyi kapayacaktı. Elbette Sovyetler hakeme itirazda bulundular ama Maradona ikinci kez ucuz atlatmayı başarmıştı.
Onların nasıl hissettiklerini anlayabiliyorum, dört sene önce ben de aynı haksızlığa uğramıştım. Dünyanın en iyi oyuncusu, bir kez daha hakemin görüş açışından faydalanarak takımını turnuvada tutmayı başarmıştı. Fakat bu kez çeyrek finalde değil, grup aşamasındaydı.
Arjantin o maçı Pedro Troglio ve Jorge Burruchaga’nın golleriyle 2-0 kazanmayı başardı. Maradona’nın ayak parmağı onu zorluyor olmalıydı. Aynı ilk maçta olduğu gibi yine, elle oynama dışında, sahada bir hayalet gibiydi. Önceki kupanın her bir dakikasında sahada kalmasına karşın kesinlikle kazanılması gereken bu maçta 70 dakika dayanabilmişti.
Elle oynama mevzusu okuldaki kimsenin dilinden düşmüyordu. Maradona sahada ışıltılar gösterse, bir şeyler üretse fırsatçı davrandığını iddia edebilirdim ama durum böyle olunca onu savunmak için tek bir seçeneğim kalıyordu: “Onun yerinde olsan sen de aynısını yapardın.” Arjantin resmen bağlılığımı test ediyordu.
Grubun son maçında Romanya ile 1-1 berabere kalıp üst tura çıkmayı başardılar. Maradona’nın hazırladığı golde Pedro Monzon Arjantin’i öne geçirse de kötü savunmaları, maçın sonucunu belirlemişti. Maradona 90 dakika oynasa da sol bileğine aldığı darbe, turnuva boyunca performansını etkileyecekti.
Sıkıcı bir grup aşamasından sonra bazı eşleşmeler heyecanı arttırmıştı. Çocukluğumun son Dünya Kupası o ana dek hayal kırıklığıyla geçse de Arjantin-Brezilya eşleşmesi büyük aksiyon vadediyordu. İspanya 82’de Maradona’nın kırmızı kart görerek turnuvaya erken veda ettiği, kötü şöhretli o fikstür bir kez daha oynanacaktı. Sonunda, Sicilya’daki performanslarıyla dikkatimi çeken Paul Gascoigne dışında bir heyecan malzemesi bulmuştum.
Belki bu kez Zico yoktu ama ne fark ederdi ki? Seleçao’nun altın-mavisine karşı La Albicelestes’in mavi-beyazının bir klasik olacağını düşünüyordum. Maçın muhteşem olduğu söylenemez ama Brezilya’nın hâkimiyeti ve Maradona’nın dünya sahnesinde sergilediği son gerçek gösteri olması adına fena bir 90 dakika da değildi.
Pumpido’nun şanssız bir pozisyonda ayağını kırması belki de Arjantin’in en büyük şansı olmuştu. Kaleyi devralan Sergio Goychochea’nın muhteşem performansı ve Brezilya’nın sayısız kez direğe takılması Bilardo’nun öğrencilerini bir şekilde oyunda tuttu.
Ve bir anda başardılar. Maçın bitimine 10 dakika kala Maradona topu orta yuvarlakta almış, etrafını çevreleyen dört Brezilyalıdan da kurtulmuştu. Golü, maçın spikeri Alan Parry’den dinliyoruz: “Maradona, Arjantin geliyor. Maradona’dan iyi bir koşu, devam ediyor. Caniggia, buradan gol atabilir... Arjantin 1, Brezilya 0. Zor gözükse de Taffarel’i bir şekilde alt ettiler ve Maradona ile Caniggia’nın yaptıkları dünya şampiyonuna çeyrek finali getirebilir. Caniggia, Taffarel’i çalımladı ve davetkar ağları saniyeler içerisinde sarstı ama Maradona’nın golü hazırlayan mükemmel koşusunu da atlamamak gerek.”
Muhammed Ali’nin George Foreman’a karşı sergilediği Rumble in the Jungle performansının futbol versiyonu gibiydi. Arjantin ipleri Brezilya’ya bırakmış ve şutları beklemeye koyulmuştu. Fakat Seleçao sendelediği anda, sahanın en iyisi rakipleri tek tek geçmiş ve kilit pası vermişti. Oyun, set ve maç.
O zamanlar bunun farkında olmasam da, o gol Maradona’nın Dünya Kupalarında bıraktığı son büyük izdi. Gençken; kahramanlarınızın sonsuza dek özel performanslar sergileyeceğini düşünürsünüz, çocukluk hatıralarınıza yenilerinin ekleneceğini... Fakat ben çocukluğumun sonuna gelirken Maradona da dünya sahnesinde kendine ayrılan yerin sonuna yaklaşıyordu.
Yugoslavya’ya karşı oynadıkları çeyrek final futbol adına yapılabilecek en kötü tanıtımlardan biriydi. Maçın tek kayda değer anı, hakemin Burruchaga’nın eliyle oynadığını sanıp hatalı bir kararla iptal ettiği goldü.
Maç golsüz tamamlandı ve penaltılara gidildi. Gerginlik herkesin yüzünden okunurken Maradona da penaltısını kaçırmıştı. Herhalde son şampiyonun vedası penaltı atışlarıyla olmayacaktı, değil mi? Sahneye bir kez daha çıkan Goychochea, Yugoslavların son iki penaltısını kurtardı ve kaderin ördüğü ağların eksik parçasını da tamamlamış oldu. Maradona yarı finali Napoli’de oynayacaktı, hem de ‘ev sahiplerine’ karşı.
Maradona turnuva boyunca sahada dikkatleri üzerine çekecek performanslar göstermekte zorlansa da basın toplantılarında tüm gözler onun üzerindeydi. İtalya maçından önce verdiği demeçlerle de hem rakiplerini hem de ülkenin çoğunluğunu karşısına almıştı: “Napolililer, unutmayın ki İtalya’da sizi İtalyan’dan saymıyorlar. 365 günün birinde sizin desteğinizi istiyorlar, kalan 364 gün size ‘Afrikalı’ diye hitap ediyorlar. Bu doğru, nereye gidersek gidelim bize ‘Afrikalı’ diyecekler.”
Arjantinlinin bu sözleri, İtalya basınını ve taraftarları çıldırtmıştı. Maç günü, stadyum ve çevresinde yaşanan gerginliklerle başladı. Maradona Napoli’de tapılması gereken bir adam, bir tanrıydı. Fakat bu kez şeytan olmuş, İtalya’yı kendi kupasından uzaklaştırmayı deniyordu.
Tribünler kimi destekleyecekleri konusunda tarafsız kalmış, İtalyanlar zayıf bir oyun ortaya koymuştu. Altın ayakkabı Toto Schillachi’yle öne geçseler de Caniggia’nın ikinci yarıda attığı kafa golü maça denge getirmişti.
Arjantin, bir kez daha turu geçmek için penaltılara umut bağlayacaktı. Dört yıl önceki futbolla aradaki fark ölçülemeyecek noktadaydı. O kupada Maradona olağanüstü oynamış, çeyrek ve yarı finallerde takımının dört golünü de kendisi atmıştı. Şimdi ise yeni fikirlerden ve ilhamdan uzak, penaltılara umut bağlayan bir takımın kaptanıydı.
Maçın son düdüğü çalana kadar goller dışında kayda değer iki olay yaşanmıştı. Giusti’nin atılması ve Caniggia’nın sarı kartı. Bu, penaltılarda kim tur atlarsa atlasın finalin bu iki futbolcudan eksik oynanacağı anlamına geliyordu.
İki takım da ilk üç penaltısında hata yapmazken ilk kurtarış Donadoni’nin sağ kenara vurduğu penaltıyı doğru tahmin eden Goycochea’dan geldi. Sırada Diego Maradona vardı. Arjantinli penaltısını kullanmaya doğru ilerlerken tribünden bir pankart sallanıyordu. “Maradona, Napoli seni seviyor ama İtalya bizim ülkemiz.” Pankart, maçın tamamına tesir eden tezatlığın tek cümlede özetiydi.
Maradona topu sol ayağıyla sakince Walter Zenga’yla ters köşelere yolladı ve sırasını maçta kalma baskısıyla karşı karşıya olan Aldo Serena’ya bıraktı. Kaleci Goycochea artık yenilmez hissediyordu ve bu penaltıyı da çıkardı. Vasat bir Arjantin, vasat bir Dünya Kupası’nın finalindeydi.
Bir gün sonra sıra Bobby Robson’ın İngiltere’sindeydi. Eğer bir yerlerde, eliyle gol atan dışında, bir futbol tanrısı olsaydı o maçı İngiltere’nin kazanmasına izin verir ve finalde 1986’nın rövanşını oynatırdı. Açıkçası bunun yaşanacağından çok emindim, ki yaşansa hayatımda görebileceğim her şeyi daha yetişkin olmadan görmüş olacaktım.
Lakin yanılmışım. Herhalde futbol tanrısı o gün meşgul falandı. İngiltere penaltılarda Almanya’ya kaybetti ve İngiltere’nin bugüne kadar gelen penaltılarda kaybetme kültürünün bir bölümü daha yazılmış oldu. Zaten ‘rüya final’ gerçekleşse bile sadece adı 86’daki maçla aynı olurdu, çünkü seviye gerçekten yerlerdeydi.
Tarihin en kötü Dünya Kupası finallerinden birinde sayısız acınası Dünya Kupası rekoru da tarihe geçmişti: Bir oyuncunun atıldığı ilk final, (sadece 21 dakika sonra) iki oyuncunun atıldığı ilk final, iki takımın da gol atamadığı ilk final ve en çok kart gösterilen final.
Batı Almanya, Andreas Brehme’nin 85. dakikada gole çevirdiği penaltıyla maçı kazansa da penaltı kararı bile şüpheliydi. Almanlar son düdükle coşarken Arjantinliler hala kırmızı kartları tartışıyordu. O anlarda, bütün bu melankolinin tam ortasında dünyanın en iyi futbolcusu gözyaşları içerisindeydi. Vücudunun ve yeteneklerinin nasıl önce kendini, ardından da milletini yüzüstü bıraktığını anlamaya çalışıyordu.
Bu benim üçüncü ve bir çocuk olarak izlediğim son Dünya Kupası’ydı. Sonu böyle olmamalıydı. ’82 Brezilya takımının ihtişamı neredeydi, ’86 Maradona’nın sihirli sol ayağı kayıp mı olmuştu? İtalya 90’ın sonunda hem benim hem futbolun masumiyetini yitirdiğini düşünmeye başladım. Futbolun öncelikleri değişiyordu. Sonuç odaklılık, paranın hükümdarlığı, yaratıcılığa karşı alınan önlemler ve kaybetmemek için kurulan takımlar.
Maradona finalden kısa süre sonra milli takımı bıraktığını açıkladı. Buruk bir ayrılıktı. Dünya Kupaları bir daha eskisi gibi olmayacak diye düşündüm. Fakat Maradona geri dönecek ve geçmişin zaferlerini yeniden inşa etmeyi deneyecekti.
Son bir dans daha vardı, farklı bir rolde: Cennetten Kovulan Melek
Çeviren: Emre Köseoğlu
Uygulamada 3M+ kullanıcı'a katılın
En son haberler, sonuçlar ve canlı spor yayınları ile güncel kalın
İndir
Benzer Konular
Bu yazıyı paylaş
Reklam
Reklam