Popüler Sporlar
TÜM SPORLAR
Tümünü göster

"Kardeşlerim, anlatacak bazı hikâyelerim var"

Eurosport Türkiye

Yayınlandı 19/07/2020 - 17:02 GMT+3

Kerim Kılıç, Marcelo'nun Ekim 2019'da kaleme aldığı ve Real Madrd'in şampiyonluk yoluna gireceğini anlattığı yazıyı çevirdi.

Marcelo von Real Madrid

Görsel kaynağı: Getty Images

*Bu yazı The Players Tribune'de yayımlanmıştır.
Nefes alamıyordum. Panik olmamaya çalışıyordum. Bu durum, 2018’de Liverpool’la oynadığımız Şampiyonlar Ligi Finali’nden hemen önce soyunma odasındaydı.
Göğsümde bir sıkışma var gibi hissediyordum. Büyük bir baskıydı. Bu duyguyu biliyor musunuz? Gerginlikten bahsetmiyorum. Gerginlikler futbolda normaldir. Bu başka bir şeydi.
Sana söylüyorum kardeşim. Bunaltıcı bir şeydi bu.
Her şey finalden önceki gece başlamıştı. Yemek yiyemiyor ve uyuyamıyordum. Sadece maçı düşünüyordum. Aslında komikti çünkü eşim Clarice tırnaklarımı ısırdığım için deliye dönüyordu ve en sonunda birkaç yıl önce beni durdurmayı başarabilmişti. Ama final sabahında uyandığımda tırnaklarım artık yoktu.
Futbolda biraz gerginlik normaldir. Kim olursanız olun, eğer bir finale çıkmadan önce gergin hissetmiyorsanız etten ve kemikten bir insan değilsiniz demektir. Sadece pantolonunuzu ıslatmamaya çalışıyorsunuzdur. Gerçek bu, kardeşim!
Liverpool finalinden önce baskı benim yaşadığım en yoğun duyguydu. Belki de insanlar bunun garip olduğunu düşünecektir. Zaten iki kupa kazanmıştık. Bizim dışımızda herkes Liverpool’un kazanmasını istiyordu. Peki problem neydi?
Eğer tarih yazma fırsatınız varsa bu ağırlığı hissedersiniz. Ama nedense, ben bunu gerçekten hissediyordum. Daha önce hiç bu kadar yoğun bir huzursuzluk hissetmemiştim, bu yüzden ne olduğunu bilmiyordum. Doktoru çağırmayı düşündüm ama oynamama izin vermeyebilir diye endişelendim.
Ve oynamak zorundaydım, %100.
Kendime bir şeyleri kanıtlamak zorundaydım.
Finalden birkaç gün önce, eski bir Real Madrid futbolcusunun televizyonda benim hakkımda söylediği şeyler aklıma takılmıştı. Final hakkında ne düşündüğü sorulduğunda “Bence Marcelo, Mohamed Salah’ın posterini alıp duvarına asmalı ve her gece dua etmeli.” yanıtını vermişti.
Marcelo
12 yıl ve üç şampiyonluk kupasından sonra televizyonda benim hakkımda söyledikleri saygısızlıktı. Bu yorum beni aşağılamak için yapılmış bir şeydi ama bana çok büyük bir motivasyon sağlamıştı.
Tarihe geçmek istiyordum. Brezilya’daki küçük çocukların beni, benim Roberto Carlos’u izlediğim gibi izlemelerini istemiştim. Biliyor musunuz? Onların saçlarını Marcelo gibi uzatmalarını istemiştim.
Soyunma odasındaki dolabımın önünde oturuyor ve nefes almakta güçlük çekiyordum. Ve kendi kendime düşündüm: Dünyada kaç çocuk futbol oynuyor? Kaç tanesi Şampiyonlar Ligi finalinde oynamanın hayalini kuruyor? Milyonlarcası. Soğukkanlı ol ve kramponlarını bağla kardeşim.
Eğer sahaya çıkabilirsem her şeyin yoluna gireceğini biliyordum. Bence, sahada kötü bir şey olamaz. Kaosun içinde olabilirsiniz, etrafınızdaki her şey tepetaklak olabilir ama top ayağınıza geldiğinde düşünmeyi bırakırsınız. Her şey sakin ve huzurlu hâle gelir.
Sahaya ayak bastığımda hâlâ nefes almakta güçlük çekiyordum ve şöyle düşündüm: Eğer bu akşam burada ölmek zorundaysam, lanet olsun. O zaman öleceğim.
Bu durum bazılarına çılgınca gelebilir ama bunun benim için ne anlama geldiğini bilmelisiniz. Ben büyürken... Real Madrid? Şampiyonlar Ligi? Budalacaydı! Peri masalı gibi! Gerçek olamazdı. Batman benim için ne kadar sahiciyse Beckham, Zidane ve Roberto Carlos da öyleydi. Onlarla gerçek hayatta karşılaşamazdınız. Çizgi roman kahramanının elini sıkamazsınız, ne dediğimi anlıyor musunuz?
Bu adamlar havada yürüyüp çimin üstünde yüzerler.
Ve hiçbir şey değişmedi. Çocuklar için durum hâlâ aynı.
Bu gerçek bir hikâye: Madrid’deki evimde bahçıvan olarak çalışan bir çocuk var. Bir gün Roberto Carlos beni görmeye gelmişti, takılıyorduk ve o çocuk içeriye girdi.
Çocuk donakalmıştı, bir heykel gibiydi.
“Bu, Roberto Carlos.” dedim.
Çocuk onun yüzüne bakıyordu ve “Hayır, değil! Bu gerçek olamaz.” dedi.
Roberto “Benim.” dedi.
Dostum, çocuk onun gerçekten Roberto Carlos olduğundan emin olmak için Roberto’nun kafasına dokunmak zorunda kaldı.
En sonunda “Roberto, bu sensin.” dedi.
Bunun bizim için anlamı bu. Farklı bir şey.
Real Madrid için ilk Şampiyonlar Ligi maçıma çıkıp marşı duyduğumda kendime şöyle demiştim: “Vay canına! Video oyunundaymışım gibi. Kamera beni yakın çekim alıyor ve bu yüzden gülmemem gerekiyor.”
Bunlar benim gerçeklerimdi, anlayabiliyor musunuz?
Dinleyin, bundan birkaç sene önce Brezilya’daki ailemi görmeye gittim ve Şampiyonlar Ligi finalindeki maç toplarından birini arkadaşlarımın oynadığı bir maça götürdüm. Arkadaşlarım onunla oynuyorlardı ve “O finalde kullanılmış toplardan biri, biliyorsunuz değil mi?” dedim.
Her şey durdu.
Topa aydan gelmiş bir taşa bakar gibi bakmaya başladılar.
Marcelo
“Bizimle dalga geçme.” dediler.
Bütün o yetişkin adamlar, küçük çocuklar gibiydiler. Bunun gerçek bir şey olduğuna dahi inanmıyorlardı. Dokunmak bile istemiyorlardı. Kıymetli bir şeydi onlar için, hatta kutsal bir şey.
Şimdi anlayabiliyor musunuz? Rio’dan küçük Marcelinho’nun üç kez art arda Şampiyonlar Ligi kazanma şansı oldu. Durun bir dakika. Baskı, baskı, baskı. Bunu içimde hissediyordum kardeşim. Size gerçeği söylemekten korkmuyorum.
Liverpool’la olan maçta ısınmaya çıktığımızda hâlâ sakin duruma gelememiştim. Ama ışıkların altında başlama vuruşu için pozisyon aldığımızda sahanın orta noktasındaki topu gördüm ve her şey değişti.
Kutsallığı ve aydan gelen taşı görmüştüm.
Göğsümden bir ağırlık kalktı ve rahata erdim.
Benim için top dışında bir şey yoktu.
Size maç hakkında çok fazla şey anlatamayacağım. İki şeyi çok canlı bir biçimde hatırlıyorum.
Maçın bitmesine yaklaşık 20 dakika kaldığında 2-1 öndeydik, top sahanın kenarına gelmişti ve şöyle düşündüm: “Duvarımdaki Salah posteri, değil mi? Teşekkür ederim kardeşim. Bu motivasyon için teşekkür ederim.”
Maçın bitimine 10 dakika kaldığında 3-1 galip durumdaydık ve şampiyon olacağımız düşüncesi kafama dank etti.
Top taç atışı için dışarı çıkmıştı, düşünmek için zamanım vardı ve...
Kardeşim, bu doğru: Ağlamaya başladım. Sahanın ortasında hıçkırarak ağlıyordum. Daha önce başıma hiç böyle bir şey gelmemişti.
Maçtan sonra? Evet.
Kupayı tutarken? Evet.
Ama maç esnasında değildi.
Yalnızca 10 saniye sürmüştü ve taç atışı kullanılıp oyun başladığında “Kahretsin, adamımı marke etmeliyim.” diye düşündüm.
Gerçek hayata geri dönüp bir çocuk gibi oynamaya devam ettim.
Sporcular olarak, rol model olmak bizim sorumluluğumuz ama biz süper kahraman değiliz. Bu yüzden size, bana olanları anlatıyorum. Bu gerçek hayat. Biz insanız. Bizim de bir yerimiz kanıyor ve biz de endişeye kapılabiliyoruz, tıpkı diğer herkes gibi.
Beş yılda dört Şampiyonlar Ligi, her biri acımasızdı. Bizi kupayla görüyordunuz, gülümsüyorduk ancak hikâyeye dahil olan her şeyi görmüyorsunuz.
Oynadığım finalleri düşündüğümde kafamın içinde güzel bir film canlandı. Ancak görüntüler tersine doğru gidiyordu -hikâyenin sonundan başlangıcına doğru.
*
2017’de Juventus’la oynadığımız finalde film şu şekildeydi: Bir grup erkek maçtan önceki öğle yemeğinde masanın etrafında oturuyorlar -ben, Casemiro, Danilo, Cristiano. Mutlak bir sessizlik hakim. Hiç kimsenin ağzından bir şey çıkmıyor Herkes yemeğine bakıyor Biliyor musunuz? Birbirimizin karnından gelen komik sesleri duyabiliyoruz. Ama kimse bir laf söylemiyor. Gerçekten gergin bir ortamdayız.
En sonunda Cristiano “Beyler, bir sorum var.” diyor.
Biz de “Nedir?” diye soruyoruz.
Cristiano ise “Karnındaki baskıyı hisseden sadece ben miyim?” diye soruyor.
Ve herkes aynı anda “Ben de kardeşim, ben de.” yanıtını veriyor.
Kimse itiraf etmek istememişti! Ama eğer bu adam böyle hissediyorsa, o zaman bizim için her şey yolunda demekti. Cristiano buz gibi soğuk biridir. Makine gibi. Ve o bile kendini sıkıyor.
Ve bu üzerimizdeki gerginliği yok etmişti. Bunu sadece o yapabilirdi.
Garsona “Lütfen, bize maden suyu getirebilir misin? Bu yemeği sindirmemiz gerek!” diye seslendik.
Ondan sonra, hep beraber güldük.
Marcelo
Stada gitmek için oradan ayrılırken Cristiano bize maçın tam olarak nasıl ilerleyeceğini söyledi. “İlk başlarda, zorlayıcı olacak. Ama ikinci yarıda, rahatça kazanacağız.” demişti.
Bunu asla unutmayacağım. Tahmin etmişti.
Daha sonrasında ise “Onları alaşacağı edeceğim.” dedi.
Adamım, onları parçalara ayırdık.
Yüzünün görüntüsü hâlâ aklımda ve sonsuza kadar kayıtlı.
Çok güzeldi. Bunlar torunlarıma anlatacağım hikâyeler.
Ve dürüst olmak gerekirse, 30 yıl sonra Messi ve Cristiano’nun oynadığı çimlerde oynadığımı söylediğimde, bana muhtemelen “Büyükbaba, onların bir sezonda 50 gol attıklarını mı söylüyorsun? Bu yalan. Bunamışsın. Büyükbabamızı doktora götürmemiz gerekiyor!” diyecekler.
*
2016’da Atletico’ya karşı oynadığımız finalde film şu şekildeydi: Griezmann kanattan koşu yapıyor ve ben onun savunmasındayım. Top oyun alanının dışına çıktığında bir anlığına tribünden küçük bir çocuğun sesini duyuyorum.
Normalde, maç oynanırken hiçbir şey duymazsınız. Taraftarları görmezsiniz. Sahadaki işiniz dışında hiçbir şeyi düşünmezsiniz ve bu yüzden endişe duymazsınız. Rahatsınızdır. Ama Milano’daki bu maçta sahaya çok yakın bir yerde, yedek kulübelerinin üst kısmında aileler vardı.
Birdenbire, uzaktan geldiği belli olan bir çocuk sesi duydum.
“Hadi, baba. Hadi!”
Oğlum Enzo’nun sesiydi.
O esnada kramp girmişti ve oğlumun sesini duymak bana güç verdi.
Maç penaltılara gittiğinde kafamdaki görüntü net bir şekilde şöyleydi: Lucas Vazquez topu alıyor ve parkta oynarmışçasına parmağında döndürüyor. Bu çocuk sessiz ve sakin ancak yürekliydi. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Eğer bu küçük yaramaz çocuk penaltıyı gole çeviremezse onu fena halde pataklayacaktık.
Dahas sonrasında, Lucas’ın penaltıyı gole çevirdiğini görebiliyorum, çok soğukkanlı gözüküyordu.
Birbirimize sıkıca sarıldığımızı görebiliyorum, Atletico’nun penaltılarını bekliyorduk. Casemiro dizlerinin üstüne çökmüş dua ediyor, Pepe bir çocuk gibi ağlıyordu.
Cristiano’ya “Juanfran kaçıracak ve sen galibiyet için atacaksın kardeşim.” dedim.
Juanfran kaçırdı ve Cristiano galibiyet için attı.
Saatte 20 kilometre hızla, eşime ve oğullarıma sarılmak için ailemin oturduğu yere doğru koştuğumu görebiliyorum.
Mutluluktan çılgına dönmüş gibiydim.
*
2014’te Atletico’yla oynadığımız finalde ise film şu şekildeydi: Yedek kulübesinde oturuyordum ve ilk 11’de başlamadığım için sinirlenmiştim. Ama büyükbabamın her zaman söylediği şeyi kafamda tekrarlıyordum. Çok büyük bir karakterdi, özlü sözleriyle ünlü biriydi. Maça başlamadan önce arkadaşlarına “Sahada her şeyimi vereceğim. Sakalımı, saçımı ve bıyığımı sahada bırakacağım!” dermiş.
İkinci yarıda, antrenörler ısınmaya gitmemi söylemeden ısınmaya başladım. Eşofman üstümü aldım ve lanet olsun dedim. Kendi kendime tekrar ediyordum: “Eğer maça girersem her şeyimi vereceğim. Saçımı, sakalımı ve bıyığımı sahada bırakacağım.”
Nihayet, antrenör bana dönüp ısınmaya başlamamı söyledi ama ben çoktan ısınmıştım. Kulaklarımdan duman çıkıyordu! Tütüyordum!
Bugün bile sahaya çıktığımda iyi veya kötü oynadığımı söyleyemem. Her şeyimi sahada bırakacağımı biliyorum -öfkemi, irademi ve hatta maçtan önce içtiğim kavheyi bile.
Bu maçtan herkesin aklında kalan görüntünün uzatma dakikalarında geldiğini biliyorum, daha doğrusu 92.48.
O kafa vuruşu.
Sergio Ramos.
Liderimiz.
Ölmüştük, vücudumuza kramplar giriyordu ve mağluptuk. Ardından, Sergio bizi hayata döndürdü.
Ama kafamda oynayan film bu değildi.
Kafamda oynayan film, kazandıktan sonra soyunma odasındaki görüntülerdi. Malzemecilerimizden biriyle, Manolin’le konuşuyorum. Bana “Marcelo, 90. dakikada tüneldeydik ve Atletico’nun malzemecisini gördük. Campeones yazılı tişörtlerini getiriyorlardı. Şampanyaları çoktan getirmişlerdi.” diyor.
Kahkahalar atıyor ve sevinçten gözyaşı döküyor.
Ona “Artık şimdi mutlu bir şekilde ölebilirim.” dedim.
Bu asla unutmayacağım bir görüntü.
Kupalar müzedeki vitrinli bir dolaba, hatıralar ise kalbimize gidiyor.
Beş yılda dört Şampiyonlar Ligi ve her biri acımasızdı. Baskıyı görmüyorsunuz, sadece sonuçları görüyorsunuz.
Real Madrid’de “Ah, tamamdır. Yarın icabına bakarız.” diye bir şey yok.
Yoktur kardeşim. Sadece bugün.
Geçen sezon bir başarısızlıktı. Bunu biliyoruz. Hiçbir şey kazanamadık. Sıfır. Korkunç bir deneyimdi. Ama başımız dik çünkü bu bizim tekrardan olmamızı sağladı. Küçüklüğümden bu yana sahip olduğum bir tutku bu.
Biliyorsunuz, 18 yaşındayken İspanya'ya doğru yol almak için uçağa bindiğimde, gerçek bir sözleşme imzalayacağımı bilmiyordum. Real Madrid’in beni buraya yalnızca göz önüne almak için getirdiğini düşünüyordum, belki de deneme amaçlı olabilir diye düşünüyordum. Müstakbel eşim, büyükbabam en iyi arkadaşımla gelmiştim. Dördümüz ve bir GPS. Tüm sahip olduğumuz buydu. Brezilya’da nereye gittiğimi bilen tek kişi babamdı.
Herkesin umutlanmasını istemiyorduk.
Real Madrid bir peri masalıydı, hatırlıyorsunuz değil mi?
Uçağa binip ailenize “Ah evet, Real Madrid’de oynayacağım, sonra görüşürüz!” diyemiyorsunuz.
Bu saçmalık! Rüya görüyorsun kardeşim!
Deneme antrenmanından sonra Real Madrid ofisinde oturuyordum ve antrenörlerden biri gelip “Tamamdır Marcelo. Yarın için bir takım elbise ve kravat almalısın.” dedi.
Ve ona dedim ki -gerçekten, bunun doğru olduğuna yemin edebilirim- “Vay canına, takım elbise ve kravat, peki ne için?”.
“Ne için derken neyi kastediyorsun? Bernabeu’da takdim edileceksin.” dedi.
Haaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa.
Sözleşmeyi önüme koyduklarında adımın altını çok hızlı bir şekilde imzaladım.
Bam. Marcelo Vieira da Silva Junior.
Bunu kanımla imzalayabilirdim kardeşim.
Bunun beş yıllık bir kontrat olduğunu hatırlıyorum ve hedefim bunu 10 yıllık hâle getirmekti.
O günün üzerinden 13 yıl geçti ve Rio’dan gelen küçük Marcelinho hâlâ burada.
Benden şüphe edenlerden özür dilerim ama hiçbir yere gitmiyorum. Real Madrid formasını en uzun süre giyerek hizmet veren yabancı oyuncu olmak benim için bir onurdan çok daha fazlası. Bir peri masalı bu. Mantıklı değil. Delice.
Bunu okuduktan sonra, bunun benim için ne anlama geldiğini anlamanızı umuyorum.
Benim nereden geldiğimi anlamalısınız.
Kafamda oynayan son film ise şöyle: Sekiz yaşındayım. Paramız yok. Ailemin her gün beni antrenmana götürmek için benzin almaya gücü yetmiyor. Böylece büyükbabam hayatımı değiştiren fedakârlığı yapıyor. Yıllardır kullandığı Volkswagen Variant’ını satar ve bu parayı otobüs ücretim için kullanır. Allah’ın her günü beni halk otobüsüyle antrenmana götürür.
Marcelo
Her gün, o sıcakta tüm Rio’yu dolaşan 410 numaralı o kalabalık otobüste yan yanayız.
Her gün, nasıl oynadığımın hiç önemi olmadan, bana “Sen en iyisisin. Sen Marcelinho'sun! Bir gün Brezilya adına oynayacaksın. Bir gün seni Maracana’da izleyeceğim. ” der.
25 yıl öncesindeki bu görüntü kafamda 4K çözünürlükte oynuyor. Otobüsün kokusunu hâlâ alabiliyorum.
Büyükbabam bütün hayatını benim hayallerime adamıştı. Arkadaşları onun beş parasız kaldığını söyleyip alay ediyorlardı ve büyükbabam en sevdiği lafıyla cevap veriyordu. Pantolonun ceplerini gösterir ve şöyle derdi: “Bana bak. Bir kuruşum bile yok ama adi bir herifin teki kadar mutluyum.”
O bana inandı. Biz bu işte ortaktık.
Liverpool’la oynadığımız maçta, top oyun alanının dışındayken bir anda ağlamaya başlamamın sebebi buydu işte.
Her şey bir anda üstüme gelmişti.
Film kafamda oynuyordu.
Dinleyin, Madrid’de kaç sezon daha oynayacağımı bilmiyorum. Ama Tanrı’ya yemin ederim ki bu sezon sahada her şeyimi vereceğimin sözünü size verebilirim.
Büyükbabamın söylediği gibi: Saçımı, sakalımı ve bıyığımı.
İnsanların perdenin arkasında görmedikleri birçok hikâye var. Bizim neyle mücadele ettiğimizi, neye güldüğümüzü ve nereden geldiğimizi anlayabilmeniz için bunları sizinle paylaşmak istedim. Anlatacak daha çok hikâyem var. Bunun için, biraz beklemeniz gerekecek. Çok yakında kardeşlerim, çok yakında.
Ama şimdilik, bizden şüphe duyanlar için son bir mesajım var.
Real Madrid geri dönecek.
Bunu bir poster hâline getirin ve duvarınıza yapıştırın.
Her gece dua edin.
Geri döneceğiz.
Uygulamada 3M+ kullanıcı'a katılın
En son haberler, sonuçlar ve canlı spor yayınları ile güncel kalın
İndir
Benzer Konular
Bu yazıyı paylaş
Reklam
Reklam